30 Kasım 2024 Cumartesi
29 Kasım 2024 Cuma
Baluk satar gibi düşünce satayler!
80’lerun ortalarinda ‘entelektüel’in ‘lektüel’ini sunnet edup attuk ve ‘entel’i yarattuk. Amaç, aydin olmiyan, şeklen oyle görinenleri, ‘miş’ gibi yapanlari tanımlamakti.
Bizum Bertol Bireht yetmiş yil once ‘entelektüel sunnet’i çarpici bir tiyatro oyuniyla yapmiş: Turandot ve Aklayicilar Kongresi. Entelektüellerin bozulmasini (bilgisini, birikimini iktidara, sermayeye, imparatora satan aydınlari) anlatmak içun Almancada entelektüel anlamina gelen ‘intellektuell’ sozcuğuni ‘Tellekt-Uell-In’ şekline dönişturup, baş harflerinden TUI sozcuğuni turetmişti.
Bu TUI’ler, sarayun hizmetindeydiler ve ulkede haksuzluk kol geziyken, bunlar ‘neden boyle olması gerektuğini’ anlatiydiler. Baluk satar gibi duşunce satan bu aydinlar, çürümenun kollayicisi olmiş ve maddi çikar uğrina yapmaduklari hokkabazluk kalmamişti.
TUI’ler tarihun her döneminde karşumuza çikay; bazen Çin Hanedanini yalayler, bazen “Yetmez ama Evet” diyler, bazen Soros’tan fonlaniyler, bazen Turkçe Olimpiyatlari’na katiliyler. Değişmeyen tek şey, hep Turandotlarini aklayler.
28 Kasım 2024 Perşembe
Sokak müzisyenleri...
Bu müzisyen kardeşlerimize İstanbul’un hemen her semtinde rastlayabiliriz. Taksim’de metro duraklarında... Tünel'de, İstiklal’de, Kadıköy Bahariye’de, Bakırköy’de, Beşiktaş’ta... Kim bilir Anadolu’da başka nerelerde çalıyorlar. Dilenmiyorlar. Büyük bir saygıyla ellerindeki enstrümanları çalıyorlar. Akordeon, bağlama, gitar, flüt, kanun vs. Onlarca kapı gıcırtısı sesli, Türkçe kaçkını, berbat ayıyı ve kevaşe kadını dinliyor ya da dinlemek zorunda kalıyoruz. Asıl bunları dinlemek lazım. Bir paket sigara parası da onlara verip. Çaktırmadan ama, incitmeyerek.
Unutmayı unut!
Leo Carax'ın Köprüüstü Aşıkları filminde "Kimse bana unutmayı öğretemez" diyor ya Alex, Michel, "Beni unut" dediğinde...
Herkes kendi meşrebince bir şeyleri unutmamalı.
Marketten alacağın beyaz peyniri unutursan sorun yok ama iyi bir beyaz peynirin tadını unutursan sıkıntı. İneğin yediği egzoz kokusu sinmemiş otun, otun dönüştüğü tertemiz sütün, kaymağın ve iyi bir salamurayla demlenen peynirin oluşturduğu o tadı unutmamak lazım.
İsteyen bununla beraber, "özel mülkiyet belası yeryüzünden sökülüp atılmadan insan evladına huzur yok"u da unutmaz, sevdiği insanı da, çalınan kupanı da... Uzat uzatabildiğin kadar. İyi bir peynir gibi...
Laz Marks has söyler!
* Kapitalist sömurinun örtisini kaldurmak lazimdur. Aslinda göti başi açuktur, ben örtiyi bizum İdris içun diyrum, biraz geç idrak ediy kot kafali.
* La Netceğuk Hasan, kiçikiruk bir tükkanun var diye ozel mülçkiyeti ortadan kaldurma niyetumuz karşusinda dehşete kapiliysun. Varluk nedeni, halkun % 80’inun mulksuzluği olan bir mulkiyet biçumini eleşturduk diye dinozor olduk öyle mi?
* Geçen Yali Kiraathanesi'nde Patapat Suleyman "Benum Zippo'yi da kamulaşturacak misunuz?” dedi. He çakmaği, sigarayi alup yerine sakiz ve leblebi verceğuk, dedum.
* La Netceğuk Hasan, kiçikiruk bir tükkanun var diye ozel mülçkiyeti ortadan kaldurma niyetumuz karşusinda dehşete kapiliysun. Varluk nedeni, halkun % 80’inun mulksuzluği olan bir mulkiyet biçumini eleşturduk diye dinozor olduk öyle mi?
* Geçen Yali Kiraathanesi'nde Patapat Suleyman "Benum Zippo'yi da kamulaşturacak misunuz?” dedi. He çakmaği, sigarayi alup yerine sakiz ve leblebi verceğuk, dedum.
Tot ziens Cruyff!
Özellikle bordo - mavi Barcelona formalı fotoğrafını aradım. Yıl 1974. Çayeli'nde televizyon yayınlarını 'paket yayın'la izliyoruz. Trabzon verici istasyonundan, haftanın 3 günü yayın yapılan dönem yani. 1974 Dünya Kupası başlamış, sadece 3 günde hangi maçı seyredebiliriz ki? O da ne, bizim antenleri biraz daha kuzeye çevirince SSCB (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) üzerinden her maçı seyrediyormuşuz meğer. Filmlerin önünde yayınlanan reklamlardan, gazetelerin spor sayfalarından ve spor dergilerinden aklımda kalan Brezilya diye bir cambazlar takımı ve onun başcambazı Pele var. Asıl onlar seyredilmeli çünkü futbolu bir başka oynuyorlar. Fakat maçları seyretmeye başlayınca öğrendim ki Pele 1974'e katılmamış. Brezilya da hiç anlatılan Brezilya gibi değil. Hemen elendiler zaten. Ama bir takım vardı daha önce hiç bahsedilmeyen; Portakallar...
Mahalle aralarında 'Ben Peleyim, ben Rivelino'yum, ben Tostao'yum" dediğimiz ama "Ben Kıroyf'um, ben Renzenbirik'im, ben Netzer'im" demediğimiz yıllar. Çocuk aklımla hemen çarpılmıştım bu çelimsiz adama ve oynadığı takıma...
Çocuğuz, her şeyi bir sirk estetiğiyle beğeniyoruz; eğlenceli, büyüleyici değilse ne yapayım onu? Bana ne kakalak, makine nizamındaki Almanya'dan, İtalya'dan... Hala aynı düşünüyorum o ayrı.
(En acımasız insan bile 'içimdeki büyümeyen çocuk' geyiği yapar. İçimdeki bir türlü büyümeyen çocuk güzellemesi yapmayacağım ama hala beceriksiz, ticaretten anlamayan, gazoz kapağını önemseyen Fırat'la - Avanak Avni karışımı salak çocuk tarafından yönetildiğim için kim sirk kıvamındaysa onu tutuyorum. Ve kaybediyorum tabii.)
İkinci maçlarında büyülenmiş ve Brezilya'dan boşalan yere 'portakallar'ı, Pele'den boşalan yere Cruyff'u koymuştum.
Sanki bir sistemleri yokmuş gibi herkes her yere koşturuyordu. O zamanlar Ömer Üründül de maçlarda yorumcu olmadığı için sahada neler olup bitiyor anlamıyoruz tabi.
Kaotik bir şey gibi ama hep aynı kaotikliği tutturabildikleri için de sanat eseri gibiydi Hollanda Milli Takımı. Şimdi o döneme bir isim koysam; Otomatik portakallar derdim...
Sonra yıllar yılları kovaladı... Cruyff gitti, benim neredeyse Trabzonspor kadar sevdiğim Barcelona'da oynadı. Sonra Barcelona'nın teknik direktörü oldu ve bir daha bileği kolay kolay bükülmeyecek sistemin tohumlarını attı.
Beyaz İspanyol'lara ve büyük reisleri Franco'ya inat bir Katalan gibi yaşadı. Oğlunun adını, Katalanların koruyucusu Aziz Jordi'nin adından esinlenerek Jordi koydu.
Sigara mı futbol mu, sorusuna, 'sigara' diyebilecek kadar serkeş, soyunma odasında dua eden futbolculara hayret edip, bir tane kazananın olacağı karşılaşmada neden dua ederler ki, (tanrı hanginizi tutsun, daha çok dua edeni mi) diye soracak kadar sofistike bir abimizdi.
Onun kadar bir de Maradona ve Messi'yi sevdim.
Tot ziens Cruyff... En azından ben seni hiç unutmayacağım.
Mahalle aralarında 'Ben Peleyim, ben Rivelino'yum, ben Tostao'yum" dediğimiz ama "Ben Kıroyf'um, ben Renzenbirik'im, ben Netzer'im" demediğimiz yıllar. Çocuk aklımla hemen çarpılmıştım bu çelimsiz adama ve oynadığı takıma...
Çocuğuz, her şeyi bir sirk estetiğiyle beğeniyoruz; eğlenceli, büyüleyici değilse ne yapayım onu? Bana ne kakalak, makine nizamındaki Almanya'dan, İtalya'dan... Hala aynı düşünüyorum o ayrı.
(En acımasız insan bile 'içimdeki büyümeyen çocuk' geyiği yapar. İçimdeki bir türlü büyümeyen çocuk güzellemesi yapmayacağım ama hala beceriksiz, ticaretten anlamayan, gazoz kapağını önemseyen Fırat'la - Avanak Avni karışımı salak çocuk tarafından yönetildiğim için kim sirk kıvamındaysa onu tutuyorum. Ve kaybediyorum tabii.)
İkinci maçlarında büyülenmiş ve Brezilya'dan boşalan yere 'portakallar'ı, Pele'den boşalan yere Cruyff'u koymuştum.
Sanki bir sistemleri yokmuş gibi herkes her yere koşturuyordu. O zamanlar Ömer Üründül de maçlarda yorumcu olmadığı için sahada neler olup bitiyor anlamıyoruz tabi.
Kaotik bir şey gibi ama hep aynı kaotikliği tutturabildikleri için de sanat eseri gibiydi Hollanda Milli Takımı. Şimdi o döneme bir isim koysam; Otomatik portakallar derdim...
Sonra yıllar yılları kovaladı... Cruyff gitti, benim neredeyse Trabzonspor kadar sevdiğim Barcelona'da oynadı. Sonra Barcelona'nın teknik direktörü oldu ve bir daha bileği kolay kolay bükülmeyecek sistemin tohumlarını attı.
Beyaz İspanyol'lara ve büyük reisleri Franco'ya inat bir Katalan gibi yaşadı. Oğlunun adını, Katalanların koruyucusu Aziz Jordi'nin adından esinlenerek Jordi koydu.
Sigara mı futbol mu, sorusuna, 'sigara' diyebilecek kadar serkeş, soyunma odasında dua eden futbolculara hayret edip, bir tane kazananın olacağı karşılaşmada neden dua ederler ki, (tanrı hanginizi tutsun, daha çok dua edeni mi) diye soracak kadar sofistike bir abimizdi.
Onun kadar bir de Maradona ve Messi'yi sevdim.
Tot ziens Cruyff... En azından ben seni hiç unutmayacağım.
Bütün çalişmalarum sirasinda baa eşluk eden Feridun Engels’e...
Kiymetli dostum, saa yolladuğum mektubun içine çok sevduğun hamsilerden de koymiştım. Fakat zehirlenduğuni söyledun. Demek ki bu hamsi milleti yolda evrim geçirup zehirli baluk oliy. (Pakınız. Evrim Teorisi.) Mideni yikattuktan sora hatirlat, Darwin’lan bu koniyi konişalım. Bu sefer hamsilerun yanina buz da koyayrım.
Afiyet olsun.
Afiyet olsun.
Bir daha söyle Laz Marks Emice!
"Laz Marks’un söyledukleri artuk hikâye oldi, tarihun soni geldi, ideoloji filan kalmadi.” gibi sözler duyayrım. La dolar manyaklari, la sermaye kutavlari, la kılçuğina siçtuğumun vijdansuzlari, bi pokun bittuği yoktur. Ozel mulkiyetun, istifçiluğun, emperyalist savaşlarun sonucini göriysunuz. Laz Marksizum asıl şimdi başlay.
27 Kasım 2024 Çarşamba
Kiyarüstemi'den hayal ve gerçek!
"Hayal etmek belki de yaşamın en önemli unsuru. Hatta görmekten bile önemli. ‘Hayal etmek’ ve ‘görmek’ arasında tercih yapmak zorunda kalsaydım, hiç kuşkusuz hayal etmeyi seçerdim. Hayal gücü ve düşlerin, körlüğü daha katlanılabilir bir hale getirdiğine inanıyorum. Hayaller olmadan yaşamak zor olurdu. Öyleyse varolsun hayaller!"
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)