İranlı yönetmenler Abbas Kiyarüstemi'den Muhsin Mahmelbaf'a, Asgar Farhadi'den Said Rustayi'ye kadar, Türkiye'deki cafcaflı bir tv dizisinin maliyetiyle çektikleri filmlerle kendi halkını da dünya halklarını da sarsabiliyorlar. Çünkü insanın dehlizlerinde gezinebiliyorlar. Şahane kameralar, kamyonlarca ışık malzemesi, yüzlerce görevlinin koşuşturduğu büyük bir set lüksü değil İranlı sinemacıların sorunu. İnsanı, saf, çıplak insanı merkeze koyuyorlar.
Biz niye varamıyoruz bu saf, çıplak insana? Yani kendimize. Sinema, İran'da da çarkları tıkır tıkır işleyen bir sektör değil, bizde de. Bizde de demokrasi 'tırt' onlarda da. Epey bir benzer kültürel yapı ve aynı köklerden beslenme hali var yani. Yılmaz Güney'i (biraz Metin Erksan ve Lütfü Akad, zorlarsak bir kaç isim, belki filmi) dışında tutarsak bir dalga ya da akım yaratacak Türk sineması dili, estetiği yok ortada.
Ama nasıl oluyorsa oluyor Kiyarüstemi, Panahi, Mahmelbaf, Farhadi, Rustayi, Macidi, Mehrjui, Naderi vs. vs. kendi toplumları üzerinden yeni kültürel, entellektüel değerler ortaya koyuyorlar ve el alemin Norveçlisine, Amerikalısına, Almanına, Fransızına seyrettirip, ödüllerini alıyorlar. Bunu, kıta Avrupa'sına göz kırpayım, ödül almak için onların dertlerini benimmiş gibi yorumlayayım, diyerek yapmıyorlar. Kimlik bunalımı yaşayan İranlı bir aydının hezeyanını değil, savaştan kaçmış Afganlıları, Kürtleri, sinema için yanıp tutuşan ve bu uğurda yalan söyleyenlerin tutkularını, gündelik dertlerini, kendi toplumsal ve kişisel eksikliklerini anlatarak yapıyorlar. İranlı yönetmenler 50 yılda, hem bu filmleri sevecek bir seyirciyi oluşturdular, hem de oluşan bu dinamik seyirciyle birlikte kendilerini de eğittiler. Birlikte büyüyen genç bir anne ve kızı gibi.
İranlı yönetmenler birbirleri için senaryo yazdılar, birbirlerinin film setlerinde çalıştılar ve içlerinden birisi öldüğünde sanki kendisi ölmüş gibi ağladılar. (Bkz: Panahi / Kiyarüstemi)
Ama nasıl oluyorsa oluyor Kiyarüstemi, Panahi, Mahmelbaf, Farhadi, Rustayi, Macidi, Mehrjui, Naderi vs. vs. kendi toplumları üzerinden yeni kültürel, entellektüel değerler ortaya koyuyorlar ve el alemin Norveçlisine, Amerikalısına, Almanına, Fransızına seyrettirip, ödüllerini alıyorlar. Bunu, kıta Avrupa'sına göz kırpayım, ödül almak için onların dertlerini benimmiş gibi yorumlayayım, diyerek yapmıyorlar. Kimlik bunalımı yaşayan İranlı bir aydının hezeyanını değil, savaştan kaçmış Afganlıları, Kürtleri, sinema için yanıp tutuşan ve bu uğurda yalan söyleyenlerin tutkularını, gündelik dertlerini, kendi toplumsal ve kişisel eksikliklerini anlatarak yapıyorlar. İranlı yönetmenler 50 yılda, hem bu filmleri sevecek bir seyirciyi oluşturdular, hem de oluşan bu dinamik seyirciyle birlikte kendilerini de eğittiler. Birlikte büyüyen genç bir anne ve kızı gibi.
İranlı yönetmenler birbirleri için senaryo yazdılar, birbirlerinin film setlerinde çalıştılar ve içlerinden birisi öldüğünde sanki kendisi ölmüş gibi ağladılar. (Bkz: Panahi / Kiyarüstemi)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder