Her velet gibi ben de babamın sempati duyduğu futbol takımını tuttum.
6 yaşındayım, okuma yazmayı yeni sökmüşüm. Babamın düzenli olarak eve getirdiği
Günaydın ve Tercüman gazetelerinden birinin spor sayfasını heceliyorum...
Galatasaray : 0 Fenerbahçe : 1
- Baba bu ne?
- Bunlar futbol takımı oğlum.
- Ne olur bunlarla?
- Herkes bir takımı sever ve onu tutar.
- Sen hangisini seviyon baba?
- Galatasaraylıyım.
- Bu 0 ve 1 ne?
- Fenerbahçe bize bir gol atmış ve bizi 1-0 yenmiş evladım.
- Ee niye yenilen takımı tutuyorsun baba?
- Yavrum bir kere yenildin diye takım değiştirilmez.
Aradan bir sene geçti geçmedi ki acı gerçeği farkettim. Koskoca Rize’de babam ve benden
başka Galatasaraylı yokmuş.
O zamanlar Rizespor daha bilmem kaçıncı ligde debelenip duruyor.
Kimsede köklü bir Rizespor sevgisi de yok anlayacağınız...
Herkes; dayılarım, amcalarım ve onların çocukları, Çayeli’nin alayı Fenerli...
Birkaç münferit Beşiktaşlı hariç. Onlar da benim azınlık psikolojimi yaşıyorlardı zaten.
Sanki Fenerbahçe Futbol Kulübü Rize’de kurulmuş, sonra takımın merkezini İstanbul
Dereağzı’na taşımışlar.
Çocuğuz, top oynuyoruz tabi. Takımlar kuruluyor... Herkes tuttuğu takımın adını vererek
aynı çatı altında toplanıyor.
- Hadi biz Fenerbahçe olduk, sen de takımını çek.
- Ne takımı çekicem be. Sadece ben varım Galatasaraylı.
Bu Galatasaraylılık belasını başıma saran babamı kahveden çağırıcam ama biliyorum
3 metre bile koşamaz.
Fenerbahçeliler’in karşısına hep bir iki eksikle çıkıyorduk. Yenile yenile bir gün yenmesini
öğrendik. Az dayak yemedik bu arada. Taş, sopa, gazoz kapağı (bazen şişesi üzerinde)...
Normal biten maç yok zaten, hepsi “Maraton’luk”...
Bu Fenerli güruhuna karşı makus kaderim dayak yemekti. Bağıra çağıra yapılan tartışmaları iyi idare ediyordum ama...
Gazetelerde, ‘F.B, G.S ezeli rekabetinde son durum’ adıyla hazırlanan köşeleri hatmetmeye
başlamıştım. Metin Oktay, Mithatpaşa’daki maçta, Gazhane tarafındaki Fener kalesinin ağlarını, çektiği şutla cart diye nasıl yırtmıştı... (Cart’ı ben ekliyordum tabi. Çünkü Fenerliler’in ‘cart’a acayip uyuz olduğunu fark etmiştim.) Papazın çayırında Fener’i 7-0 nasıl gole doyurmuşuz... vs vs...
Ben bunları ezberleyip mahalleye bir iniyorum ki, sanki Anti-Dühring’i okumuşum.
Fenerliler’de lojistik destek yok, lavuklar bütün gün beni dövdükleri için okumaya
araştırmaya zamanları kalmıyordu tabi.
“Kem küm... Lefter vardı... eee... şey...”
“Hadi lan, 3 sene üstüste kim şampiyon oldu? Kaleperoviç, Brian Birch’ün çırağı bile olamaz.”
Fenerliler bana uzaylı gibi bakıyor... Ne diyo lan bu? Kafasına gelen taşlarla kafayı
mı sıyırdı acaba?
Entelektüel bir tartışmayı beceremeyen Fenerliler tekrar taş ve sopaya sarılıyorlardı...
(Şimdi düşünüyorum da, bu beni dövenler de benim gibi 7-8 yaşlarında çocuklardı.
Hepsi de ya mahalle ya da okul arkadaşımdı. Holigan olamazlardı. Daha anlamını bile
bilmiyorduk. Mutsuz bir evlilikleri, gıcık oldukları patronları, geçim sıkıntısı, gelecek
kaygısı... insanı vandalizme, holiganizme itecek bir kinleri ve nedenleri de yoktu.
Peki bu lavuklar beni niye dövüp duruyorlardı? Hala anlamış değilim!)
Neyse, en az 8-9 sene kahrını çektiğim Galatasaray’ı, İstanbul’a taşındığımız ilk yıllarda
hep kalbimde büyüttüm. Ama heyhat... Kabataş Erkek Lisesi’nde işler değişti.
Adanalı, Karslı, İzmirli, Diyarbakırlı... velhasıl Türkiye’nin dört bir yanından gelmiş
öğrencilerden oluşan Kabataş Erkek Lisesi’ndeki solcular, son günlerde bir Trabzon
geyiğine sarmışlardı... Ben önce yeni bir sol fraksiyon zannettim.
TKP-ML-TRABZON’u kurdular kesin, diye düşündüm. Soldaki bölünme nihayet şehir bazında olmaya başlamıştı.
Sonra anladım olayı...
- Abi helal olsun ya, adamların antrenörü de, futbolcuları da hepsi Trabzonluymuş, Anadolu’nun bağrından kopup şu İstanbul hegemonyasını yıktılar...
Lan bu bizim komşu şehir Trabzon’un takımı Trabzonspor be...
O zamanlar başkaldırı ve otoriteye karşı gelmek acayip prim yapıyor ama yine de
Trabzonspor’a karşı en ufak bir kıpırtı hissetmiyorum.
Bir gün sınıftaki politize arkadaşlardan biri bağırarak Trabzonspor’lu bir ajitasyon çekmişti;
- Asırlık geçmişlerine, federasyondaki güçlerine, medyadaki ağırlıklarına, büyük mali olanaklarına ve bütün bunların hakemler üzerinde doğurduğu baskıya rağmen gelip sen bunların elinden şampiyonluğu al...
Bunlar dediklerinden birisi de benim Galatasarayım... Ulan ne biçim konuşuyorsun lavuk,
diyecem ama burası Çayeli değil ve artık çocuk da değiliz. Yemiyo tabi.
Bir Fenerli arkadaşın davetiyle İnönü’deki Fenerbahçe – Trabzonspor kupa maçına gittim...
Deniz tarafındaki açıktayız. Arkadaşım layt Fenerli Allahtan. Benim de çok umurumda değil maç, yesinler birbirini havasındayım. Trabzonspor’un formasının rengini bile bilmiyorum.
“Bu ne lan, vişne çürüğü lacivert forma mı olur?” diyorum.
Kapalının bir bölümünde, bir türlü organize tezahürat yapamayan, ellerinde kemençelerle
horon tepen 5 bine yakın taraftar Trabzonspor’u destekliyordu.
Arkadaşım tribünü göstererek, “Vay lavuklar, nerdeyse bizimkiler kadar varlar” diyerek
tehlikenin büyüklüğüne işaret etti.
Devamlı hareket eden ve bıktırıcı bir presle Fenerbahçe’ye illallah dedirten bu vişne
çürüğü –lacivert renkli formalı 11 kişi, defanstaki kıvırcık saçlı adamın (Necati) attığı
golle Fener’i kupadan eledi. (Nur içinde yatsın, İslam Çupi ertesi gün Trabzonspor’u
İngiliz takımlarına benzetmiş ve Türkiye’de bu güne kadar böyle ölümüne yardımlaşan,
böyle can havliyle oynayan bir takımı izlemediğini yazmıştı.)
Kemençe sesi birden kulağıma daha bir hoş geldi.
İnönü’den çıkarken aralarına karıştım. Rize ile Trabzon’un farkı neydi ki?
Tonlama farkımız olabilirdi belki. “Nasil Keçirduk, Nasil Geçurduk, Nasil Çeçurduk?”
O senenin sonunda Tercüman gazetesinde tam sayfa bir fotoğraf gördüm.
Bu fotoğrafla birlikte içimdeki son Galatasaray tersanesi de ele geçirilmişti.
Teslim bayrağını çekiyordum.
Şenol, Turgay Necati, Ali Kemal ve diğerleri şampiyonluk kupasını elleri arasına almış,
Boğaz Köprüsü’nün tam ortasından yürüyerek kupayı Avrupa’dan Asya’ya geçiriyordu.
“Trabzonspor Şampiyon!..”
Bir sonraki Galatasaray – Trabzonspor maçından gözyaşlarımı gizleyerek çıkmıştım.
Galatasaray, sezon başında Tuncay’ın jübilesi için Trabzonspor’la oynuyordu ve 4-1 yenilmişti.
Galatasaray yenildi diye ağlamıyordum ama, artık kendimi Trabzonsporlu hissediyordum.
İçimdeki solcu inşaatın ilk harçlarını, oligarşiye kafa tutan Trabzonspor attı.
Trabzonspor zenginden alıp bana veren Robin Hood’umdur. Amerika’nın burnunun dibinde
Küba’yı kurmak kadar zor bir işi becermiştir. Trabzonspor, Vietnam'ın ABD'yi topraklarından söküp atması gibi bir gerçekliktir. Şimdi Vietnam yabancı sermayeye açılmışmış, şuymuş buymuş. O destanı yazdılar mı? O büyük savaş aygıtını yendiler mi? Trabzonspor da budur. Olgudur, yaşanmıştır. Bir fenomendir artık. Kazım Koyuncu'nun dediği gibi, "Güçsüzün gücüdür o."
Benim için bir futbol takımı olmaktan çok öte anlam taşıdı ve taşıyor.
Şimdilerde kaşalot profesyonellere bakıp; Şenol, Turgay, Necati, Kadir, Cemil, Bekir, Ali Yavuz, Hüseyin, Ali Kemal, Necmi ve Ahmet gibi tekmeye kafa uzatan, oligarşinin takımlarını Avni Aker’in santrasından ileri geçirmeyen futbolcuları düşünüyorum.
Bu arada babama gelince, kısa bir süre daha Trabzonspor ajitasyonuma direndi...
- Olsun, bizim oranın takımı filan ama ben takım değiştirmem... Galatasaraylıyım,
deyip kestirip attı.
Ama, ajitasyonumun yan etkisi olarak hiçbir futbol terimi bilmeyen annemi
Trabzonsporlu yapmışım meğerse. Babam da anneme çok düşkündür, dayanamadı tabi.
Golü kızımdan yedim. Hazal, 3 yaşında girdiği Trabzonspor taraftarlığından 9 yaşında çıktı.
Galatasaraylı oldu kerata. Bu UEFA kupası çok ters zamanda geldi be kardeşim.
Şimdiki veletlerde iş yok. Kim güçlüyse, kim kazanıyorsa onu tutuyorlar.
Nerde bizim gibi tuttuğu takıma bu kadar anlam yükleyen veletler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder