31 Temmuz 2009 Cuma

BOP - PIRT

Bizim 10 vatlık ampul ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi'ne kendini feci kaptırdı. Bu emperyal mavralara inanıp, “Padişahlık yolu göründü." diye seviniyor. Tamam, arasıra kıtır atıp ılımlı ılımlı götürüyorsunuz işi de yazıktır, oynamayun şunun fabrika ayarlarıyla. Sonra tahttan düşmüş gibi olacak...

Zengin ve Yoksul (Poor and Rich) - 1


Zengin : Çocuğu olmayınca soluğu Amerika’da alır.
Yoksul : Çocuğu olmayınca soluğu türbede alır.

Zengin : Kadın ticareti yapıyorsa “İş adamı” denir.
Yoksul : Kadın ticareti yapıyorsa "Pezevenk" denir.

Zengin : Selası uzun okunur.
Yoksul : Selası çabuk okunur.


Zengin : Devleti dolandırmışsa “Ünlü iş adamı” denir.
Yoksul : Devleti dolandırmaya kalkmışsa “Sahtekar” denir.

Zengin : Aldığı gıdaya çok dikkat eder.
Yoksul : Aldığı gıdanın ne kadar ucuz olduğuna ve kaç kişiye yeteceğine çok dikkat eder.


Zengin : Ekmeği dilimleyerek yer.
Yoksul : Ekmeği elde parçalayarak yer.

Zengin : Otomobilinin lastiğini, kendisini güvende hissetmek için değiştirir.
Yoksul : Ön lastiği arkayla, arkayı önle değiştirir.


Zengin : Son kullanma tarihli yaklaşan ürünü asla almaz.
Yoksul : Son kullanma tarihi yaklaşan ürünü daha ucuza alabileceğini düşünür.

Zengin : Macera yaşamak için tonla para harcar.
Yoksul : Hayatı maceradır, zaten bir de para vermez.


Zengin : Burunlarıyla sürekli yiyecekleri koklayıp durur.
Yoksul : Koklamaya vakit bırakmadan dalar.

Zengin : Yatak odasında fantezi için her şey vardır ama, buna rağmen bir bok olmaz.
Yoksul : Beş kişinin arasında kendi karısını bulup yine işi bitirir.


Zengin : Çekle, senetle uğraşmaktan karısıyla yatamaz.
Yoksul : Hangi saat, hangi gün olursa olsun fark etmez, karısıyla yatar.

Mevlut Uludağ'a teşekkürlerimle...

Benim sinemalarım



O zamanlar açık hava sineması yeni kurulmuştu Çayeli’nde...
Büyük bir patırtı kopuyordu, sinemanın açılışı belediye başkanı tarafından yapılacak ve ilk gösterim bedava olacaktı.
Neyse, bütün Çayeli doluştuk sinemaya... Sinema bize iki beden küçük geliyor. Sanki belediye bedava film yardımı yapıyor. Her taraf salkım saçak insan dolu.
Boş Beşik filmi oynuyor. Sanırım Fatma Girik ve Tugay Toksöz var başrollerde.
Filmin ilk gösteriminden hiçbir şey anlamadım...
Daha doğrusu benle birlikte sinemadakiler de bir şey anlamadı.
Sinemacı Sali abi üstü açık yazlık sinemada gündüz vakti film oynatmıştı...
"Yazlık sinemada gündüz film oynatılır mı?" demeyin. Burası Çayeli.
“Ula hani filum, bizumle dalga mi geçeyisun?” diye boşu boşuna makinist Eşref’i dövdüler.
Olur böyle hatalar canım, daha sonra İrlandalı Kız, Baba, Raj Kapor, Arkadaş gibi filmleri İstanbul sinemalarıyla aynı anda da oynatan yine Sali abiydi. Ama gece tabi.

SEYRETMİŞ


Party (Parti) / Tiglon
Milliyetçilik böyle bir şey herhalde. Milyonlarca dolarlık bir filmde, düşman askerinin açtığı ateşle rol icabı ölmen gerekiyor. Ama sen ölmüyorsun, cepheyi kanının son damlasına kadar savunuyorsun. Hintli figürasyon Hurundi Bakshi, “üzerinde güneş batmayan” emperyalist İngiliz askerlerinden binlerce kurşun yer ama, senaryo dışına çıkarak ölmez.
Bırakın Hollywood’u, Bolivud’tan bile haberi olmayan bu naif Hintlide, büyük usta Peter Sellers döktürüyor.
Blake Edwards’ın yazıp, yönettiği ve yapımcısı olduğu filmde Peter Sellers, Hurundi Bakshi rolüyle Merhaba Dünya’daki bahçıvan rolüne yaklaşıyor.
Tuvaleti bulamayıp, piyano resitalini dinlemek zorunda kaldığı ve altına kaçırmamak için ıkınıp sıkındığı sahnede kemerleri bağlayın, koltuktan düşebilirsiniz.

Erbakan solundan kalktı

Balıkesir'in Altınoluk Beldesi'ndeki yazlığında dinlenen Necmettin Erbakan, Ayvalıburun Camii´nde kıldığı Cuma namazı sonrasında halkla sohbet etti ve "Bir iktidar partisi var, bir de muhalefet partisi var. Bunların ikisi de IMF'ci. İkisi de faizci, kapitalist nizamın temsilcileridir. İkisinin arasındaki fark ne Allah aşkına yav? Bunların iddiaları ne; 'Ben siyonizmi, faizi, nizamını sömürü düzenini senden daha iyi kullanırım. Sen benden daha iyi kullanırsın.' Bu nasıl ülke Allah aşkına? Nereden nereye gelmişiz? Uyanmanın vakti gelmiştir. Nasıl bir baskı altında, nasıl bir ezilme, nasıl bir sömürü içinde bulunduğumuzu bilmek mecburiyetindeyiz. Bunun için de şuurlanmak mecburiyetindeyiz, bunun için de vücudun sağlam hücrelerinin çalışması lazım. Bir vücutta sağlam hücreler çalışırsa vücut sağlam olur, çürük hücreler çalışırsa vücut çürük olur, hasta olur." dedi.
Oldu olacak, "Yaşasın tam bağımsız sosyalist Türkiye" deseydin be hoca...

Leman 925


Mizah tarihimizin en komik karikatüristi Behiç Pek, usta mizahçı Can Barslan, her daim genç ve komik kalem Atilla Atalay, Tuncay Akgün, Mehmet Çağçağ, Ahmet Yılmaz, Suat Özkan, Kaan Ertem yazıp çiziktiriyorlar.

A.B.D.'yi bir daha getur dize Ernesto... Hayde hayde gol hayde Fidel Castro

El pueblo unido, jamas sera vencido
Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez. Yani, sımsıkı kenetlenmiş bir halkın defansını hiçbir burjuva iktidari, ordusu, polisi geçemez. Nice 50 yıllara...

Tayyip Blues - Beyoğlu Kumpanya


solvideo.org açıldı.

30 Temmuz 2009 Perşembe

DİNLEMİŞ


Haig Yazdjian / Garin
Albümün ilk şarkısı “Dialoque” Yani ulusların en ihtiyacı olan şey. Emperyalizmin de sahalarımızda görmek istemediği en kusurlu hareket. Yunanlı ve Ermeni müzisyenler duduk, ney, drums, bendir, klarnet, kanun, piyano, violensel, çello, perküsyon ve mükemmel vokal 11’iyle bu albümü hazırlamışlar. Müziğin, taşlaşmış faşist ruhlarda bile matkap etkisi gösterip delik açabilme özelliğini test edin. Ortalama bir faşist bulun. Ona bu albümü dinletin. Sonuçları bana yazın.

Babamın tuttuğu futbol takımını nasıl değiştirdim?

Her velet gibi ben de babamın sempati duyduğu futbol takımını tuttum.
6 yaşındayım, okuma yazmayı yeni sökmüşüm. Babamın düzenli olarak eve getirdiği
Günaydın ve Tercüman gazetelerinden birinin spor sayfasını heceliyorum...
Galatasaray : 0 Fenerbahçe : 1
- Baba bu ne?
- Bunlar futbol takımı oğlum.
- Ne olur bunlarla?
- Herkes bir takımı sever ve onu tutar.
- Sen hangisini seviyon baba?
- Galatasaraylıyım.
- Bu 0 ve 1 ne?
- Fenerbahçe bize bir gol atmış ve bizi 1-0 yenmiş evladım.
- Ee niye yenilen takımı tutuyorsun baba?
- Yavrum bir kere yenildin diye takım değiştirilmez.
Aradan bir sene geçti geçmedi ki acı gerçeği farkettim. Koskoca Rize’de babam ve benden
başka Galatasaraylı yokmuş.
O zamanlar Rizespor daha bilmem kaçıncı ligde debelenip duruyor.
Kimsede köklü bir Rizespor sevgisi de yok anlayacağınız...
Herkes; dayılarım, amcalarım ve onların çocukları, Çayeli’nin alayı Fenerli...
Birkaç münferit Beşiktaşlı hariç. Onlar da benim azınlık psikolojimi yaşıyorlardı zaten.
Sanki Fenerbahçe Futbol Kulübü Rize’de kurulmuş, sonra takımın merkezini İstanbul
Dereağzı’na taşımışlar.
Çocuğuz, top oynuyoruz tabi. Takımlar kuruluyor... Herkes tuttuğu takımın adını vererek
aynı çatı altında toplanıyor.
- Hadi biz Fenerbahçe olduk, sen de takımını çek.
- Ne takımı çekicem be. Sadece ben varım Galatasaraylı.
Bu Galatasaraylılık belasını başıma saran babamı kahveden çağırıcam ama biliyorum
3 metre bile koşamaz.
Fenerbahçeliler’in karşısına hep bir iki eksikle çıkıyorduk. Yenile yenile bir gün yenmesini
öğrendik. Az dayak yemedik bu arada. Taş, sopa, gazoz kapağı (bazen şişesi üzerinde)...
Normal biten maç yok zaten, hepsi “Maraton’luk”...
Bu Fenerli güruhuna karşı makus kaderim dayak yemekti. Bağıra çağıra yapılan tartışmaları iyi idare ediyordum ama...
Gazetelerde, ‘F.B, G.S ezeli rekabetinde son durum’ adıyla hazırlanan köşeleri hatmetmeye
başlamıştım. Metin Oktay, Mithatpaşa’daki maçta, Gazhane tarafındaki Fener kalesinin ağlarını, çektiği şutla cart diye nasıl yırtmıştı... (Cart’ı ben ekliyordum tabi. Çünkü Fenerliler’in ‘cart’a acayip uyuz olduğunu fark etmiştim.) Papazın çayırında Fener’i 7-0 nasıl gole doyurmuşuz... vs vs...
Ben bunları ezberleyip mahalleye bir iniyorum ki, sanki Anti-Dühring’i okumuşum.
Fenerliler’de lojistik destek yok, lavuklar bütün gün beni dövdükleri için okumaya
araştırmaya zamanları kalmıyordu tabi.
“Kem küm... Lefter vardı... eee... şey...”
“Hadi lan, 3 sene üstüste kim şampiyon oldu? Kaleperoviç, Brian Birch’ün çırağı bile olamaz.”
Fenerliler bana uzaylı gibi bakıyor... Ne diyo lan bu? Kafasına gelen taşlarla kafayı
mı sıyırdı acaba?
Entelektüel bir tartışmayı beceremeyen Fenerliler tekrar taş ve sopaya sarılıyorlardı...
(Şimdi düşünüyorum da, bu beni dövenler de benim gibi 7-8 yaşlarında çocuklardı.
Hepsi de ya mahalle ya da okul arkadaşımdı. Holigan olamazlardı. Daha anlamını bile
bilmiyorduk. Mutsuz bir evlilikleri, gıcık oldukları patronları, geçim sıkıntısı, gelecek
kaygısı... insanı vandalizme, holiganizme itecek bir kinleri ve nedenleri de yoktu.
Peki bu lavuklar beni niye dövüp duruyorlardı? Hala anlamış değilim!)
Neyse, en az 8-9 sene kahrını çektiğim Galatasaray’ı, İstanbul’a taşındığımız ilk yıllarda
hep kalbimde büyüttüm. Ama heyhat... Kabataş Erkek Lisesi’nde işler değişti.
Adanalı, Karslı, İzmirli, Diyarbakırlı... velhasıl Türkiye’nin dört bir yanından gelmiş
öğrencilerden oluşan Kabataş Erkek Lisesi’ndeki solcular, son günlerde bir Trabzon
geyiğine sarmışlardı... Ben önce yeni bir sol fraksiyon zannettim.
TKP-ML-TRABZON’u kurdular kesin, diye düşündüm. Soldaki bölünme nihayet şehir bazında olmaya başlamıştı.
Sonra anladım olayı...
- Abi helal olsun ya, adamların antrenörü de, futbolcuları da hepsi Trabzonluymuş, Anadolu’nun bağrından kopup şu İstanbul hegemonyasını yıktılar...
Lan bu bizim komşu şehir Trabzon’un takımı Trabzonspor be...
O zamanlar başkaldırı ve otoriteye karşı gelmek acayip prim yapıyor ama yine de
Trabzonspor’a karşı en ufak bir kıpırtı hissetmiyorum.
Bir gün sınıftaki politize arkadaşlardan biri bağırarak Trabzonspor’lu bir ajitasyon çekmişti;
- Asırlık geçmişlerine, federasyondaki güçlerine, medyadaki ağırlıklarına, büyük mali olanaklarına ve bütün bunların hakemler üzerinde doğurduğu baskıya rağmen gelip sen bunların elinden şampiyonluğu al...
Bunlar dediklerinden birisi de benim Galatasarayım... Ulan ne biçim konuşuyorsun lavuk,
diyecem ama burası Çayeli değil ve artık çocuk da değiliz. Yemiyo tabi.
Bir Fenerli arkadaşın davetiyle İnönü’deki Fenerbahçe – Trabzonspor kupa maçına gittim...
Deniz tarafındaki açıktayız. Arkadaşım layt Fenerli Allahtan. Benim de çok umurumda değil maç, yesinler birbirini havasındayım. Trabzonspor’un formasının rengini bile bilmiyorum.
“Bu ne lan, vişne çürüğü lacivert forma mı olur?” diyorum.
Kapalının bir bölümünde, bir türlü organize tezahürat yapamayan, ellerinde kemençelerle
horon tepen 5 bine yakın taraftar Trabzonspor’u destekliyordu.
Arkadaşım tribünü göstererek, “Vay lavuklar, nerdeyse bizimkiler kadar varlar” diyerek
tehlikenin büyüklüğüne işaret etti.
Devamlı hareket eden ve bıktırıcı bir presle Fenerbahçe’ye illallah dedirten bu vişne
çürüğü –lacivert renkli formalı 11 kişi, defanstaki kıvırcık saçlı adamın (Necati) attığı
golle Fener’i kupadan eledi. (Nur içinde yatsın, İslam Çupi ertesi gün Trabzonspor’u
İngiliz takımlarına benzetmiş ve Türkiye’de bu güne kadar böyle ölümüne yardımlaşan,
böyle can havliyle oynayan bir takımı izlemediğini yazmıştı.)
Kemençe sesi birden kulağıma daha bir hoş geldi.
İnönü’den çıkarken aralarına karıştım. Rize ile Trabzon’un farkı neydi ki?
Tonlama farkımız olabilirdi belki. “Nasil Keçirduk, Nasil Geçurduk, Nasil Çeçurduk?”
O senenin sonunda Tercüman gazetesinde tam sayfa bir fotoğraf gördüm.
Bu fotoğrafla birlikte içimdeki son Galatasaray tersanesi de ele geçirilmişti.
Teslim bayrağını çekiyordum.
Şenol, Turgay Necati, Ali Kemal ve diğerleri şampiyonluk kupasını elleri arasına almış,
Boğaz Köprüsü’nün tam ortasından yürüyerek kupayı Avrupa’dan Asya’ya geçiriyordu.
“Trabzonspor Şampiyon!..”
Bir sonraki Galatasaray – Trabzonspor maçından gözyaşlarımı gizleyerek çıkmıştım.
Galatasaray, sezon başında Tuncay’ın jübilesi için Trabzonspor’la oynuyordu ve 4-1 yenilmişti.
Galatasaray yenildi diye ağlamıyordum ama, artık kendimi Trabzonsporlu hissediyordum.
İçimdeki solcu inşaatın ilk harçlarını, oligarşiye kafa tutan Trabzonspor attı.
Trabzonspor zenginden alıp bana veren Robin Hood’umdur. Amerika’nın burnunun dibinde
Küba’yı kurmak kadar zor bir işi becermiştir. Trabzonspor, Vietnam'ın ABD'yi topraklarından söküp atması gibi bir gerçekliktir. Şimdi Vietnam yabancı sermayeye açılmışmış, şuymuş buymuş. O destanı yazdılar mı? O büyük savaş aygıtını yendiler mi? Trabzonspor da budur. Olgudur, yaşanmıştır. Bir fenomendir artık. Kazım Koyuncu'nun dediği gibi, "Güçsüzün gücüdür o."
Benim için bir futbol takımı olmaktan çok öte anlam taşıdı ve taşıyor.
Şimdilerde kaşalot profesyonellere bakıp; Şenol, Turgay, Necati, Kadir, Cemil, Bekir, Ali Yavuz, Hüseyin, Ali Kemal, Necmi ve Ahmet gibi tekmeye kafa uzatan, oligarşinin takımlarını Avni Aker’in santrasından ileri geçirmeyen futbolcuları düşünüyorum.
Bu arada babama gelince, kısa bir süre daha Trabzonspor ajitasyonuma direndi...
- Olsun, bizim oranın takımı filan ama ben takım değiştirmem... Galatasaraylıyım,
deyip kestirip attı.
Ama, ajitasyonumun yan etkisi olarak hiçbir futbol terimi bilmeyen annemi
Trabzonsporlu yapmışım meğerse. Babam da anneme çok düşkündür, dayanamadı tabi.
Golü kızımdan yedim. Hazal, 3 yaşında girdiği Trabzonspor taraftarlığından 9 yaşında çıktı.
Galatasaraylı oldu kerata. Bu UEFA kupası çok ters zamanda geldi be kardeşim.
Şimdiki veletlerde iş yok. Kim güçlüyse, kim kazanıyorsa onu tutuyorlar.
Nerde bizim gibi tuttuğu takıma bu kadar anlam yükleyen veletler.

DİNLEMİŞ



Djivan Gasparyan & Michael Brook / Real World
“To the river” ve “Freedom”u dinlerken “Aa, ben bunu bir yerden biliyorum” diyeceksin. Korkma de!.. Kimse sana yumurta atmaz. Çünkü Ermenilerle yüzyıllarca bir arada yaşadık. Şarkılarımız türkülerimiz milyonlarca mezür içiçe girdi. Bunu ayrıştırmaya, temizlemeye çalışanlara karşı çık. Bil ki Ermenistan’da da “Divane aşık gibi’yi, “Çekemedim akça kızın göçünü”yü, “Allı turnam”ı, “Ben kendimi gülün dibinde buldum”u dinlerken “Aa, ben bunu bir yerden biliyorum” diyenler var. Bunu diyenler çoğaldıkça emperyalizmin oyununu boşa çıkacak ve Djivan Gasparyan usta ‘duduk’uyla Türkiye’yi gezerken belki Neşet Ertaş, Kardeş Türküler, Rahmi Saltuk, Erkan Oğur, İsmail Demircioğlu, Arif Sağ vs. da Ermenistan’ı gezecek.

SEYRETMİŞ


Historias Minimas (Arjantin hikayeleri) / Carlos Sorin
Şu gerçeği kabul etmek gerek. Sinema büyük paralar işi değil, büyük yürekler işi. Yoksa İran’dan, Lübnan’dan, Kore’den, Çin’den ve de Latin Amerika’nın her köşesinden (genelde 3. dünyadan) böyle insanı yakalayan, yüreklere dokunan filmler çıkmaz - çıkamazdı.
Don Justo’nun, Roberto’nun ve Maria Flores’in yolu farklı hikayelerden sonra Patagonya’da kesişir. Yahu kardeşim, bu insanlar bu hikayeleri yaşıyordu da gizli kamerayla mı tesbit ettin? Bu ne sıradanlık, bu ne sahiciliktir. Filmdeki köpek bile bizim kalaslardan iyi oynuyor inanın.
Bu filmleri seyrettikten sonra, “Bu ülkelerde de bayram filmi, sömestr filmi çeken yok mudur?” “Dünyanın bütün güzel mankenleri ve kadınları latin ve slavken bu latinler bir tane bile manken kullanma gereği duymazlar mı?” “Türk Sineması her bir bokunu taklit ettiği Amerika’nın küçük versiyonu olmanın dışında bir çıkış yolu bulamayacak mı?” gibi sorular insanın aklına takılıyor. İstediğin sorudan başlayabilirsin...

OKUMUŞ


Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir – Emma Goldman
Emma Goldman, ya da herkesin bildiği adıyla ‘Kızıl’ Emma: “Evlilik insan doğasına aykırıdır, esas olarak kadınları baskı altında tutmaya yarar ve bir kurum olarak kadınların cinselliklerini özgürce yaşamalarını engeller... Kadın ile erkek arasında aşkla kutsanmamış, doğal olmayan her türlü birlik fuhuştur. Kıskançlık ise, aşkın meyvesi olmaktan ziyade, erkeklere seks tekeli kurmayı sağlayan bir bahanedir...” diyor.
Laz Marks Emice de topa giriyor ve devam ediyor; Eğer sen insanı insan olarak ve onun dünya ile ilişkisini de insanal bir ilişki olarak görürsen, sevgiyi ancak sevgi ile, güveni ancak güven ile değiştirebilursun. Eğer sen karşulukli sevgi uyandurmadan seversen, yani sen kenduni sevilen insan durumuna dönüştürmeyisan, senin aşkun da bir mutsuzluktur. Ondan sonra gelsun Tuna Kiremitçi, gitsun Ahmet Altan... Mikros’tan bulaşuk teliyle birlukte alduğun aşk kitabindan aşki öğrenmeye kalkarsun. Bulaşuk teliyle tencerenun, tavanun yağini, kirini çikarabilursun ama metalaşmiş ruhlarun yaği kiri ne olacak? Evrensel kibar orospi, insanlarun ve halklarun pezevengi olan para toplumsal yaşamdan, ilişkilerden el ve eteğini çekmeduği sürece uşaklar ve paçilar birbirlerini tertemiz ve karşiluksuz öpemez.

Fantom

Sene 1974... Kıbrıs çıkarması yeni yapılmıştı... Türk askeri adadaydı ve tüm yurtta
bir kampanya başlamıştı. Halk, kendi aralarında topladığı bağışlarla ordusuna fantom
savaş uçakları alacaktı.
Para bağışlayanların isimleri, Çayeli Belediyesi’nin hoparlörlerinden tüm kasabaya anons
edilmekteydi. “Bu cün ordumuza fantom almak içun bağişta bulunanlar; mütayit Cemal
Baştürk 20 lira, kebapçi Sami Boyayan 10 lira, püfeci Ethem Semerci 15 lira...”
Para bağışlayan kişiyi tanıyanlar alkışı basıyordu. Gerçi tanımayanlar bile alkışlıyordu
ama, tanıdıklarını bir başka alkışlıyorlardı.
Okulun bahçesinde top oynuyoruz ama aklım anons edilen isimlerde. Nasıl imreniyordum
anlatamam. Kafaya takmıştım; ben de adımı belediyenin hoparlöründe okutacaktım.
Fantomla ne yapılır, başka halkların başına kaç megaton bomba atılır, nah şu kadar
anladığım yaşlar değil tabi.
Ne yapıp edip bir para denkleştirip bu kampanyaya katılacaktım. Üzerimdeki ancak gazoz
içebileceğim 25 kuruşla gidip bağışta bulunmaya kalksam hemen kovarlardı, bunu biliyordum.
Bir şeyler yapmam, sermayeyi üçe, dörde katlamam lazımdı. Bir kaç gün okul harçlıklarını
biriktirdim, gazoz filan içmedim. Takviye olarak da dayımın ceketinden bozuk paraları yürüttüm.
Tipitip sakızları yeni çıkmıştı. Sakızın içinde Tipitip karakterinin maceraları vardı.
2 lirayla bakkaldan bir kutu Tipitip aldım. Deli gibi gezinip sakız satmaya çalışıyordum.
-Tipitiiiip geldiiii, haydi, hem gül hem çiğne!.. Baktım kimse ilgilenmiyor hemen bombayı patlattım.
-Tipitip Karadenizliymiş. Bizum buralıymış... Burnuna bakın anlarsınız…
Bizim coğrafya hemşericiliğe düşkündür. ‘Tipitip Rizeliymiş’ asparagasım bomba etkisi yaratmıştı.
Rizeli Tipitip’leri tutturabildiğim fiyata satıp, parayı ikiye üçe katladım.
Normalde neredeyse bir aylık gazoz param olan 5 lirayı götürüp ellerimle belediyedeki
amcalara verdim. Adamların acayip sempatisini toplamıştım. İlk defa bacak kadar bir
çocuk Fantom kampanyasına katılıyor ve para bağışında bulunuyordu.
Parayı verdikten sonra vııın, doğru kasabanın en işlek caddesindeki çay bahçesine.
Bütün mahalleliyi, akrabayı, eş ve dostu teyakkuza geçirmiştim. Ama kalabalık
vıdı vıdı konuşuyor.
-Ya bi susun n’olur. Abilerim amcalarım, birazdan adımı anons edecekler.
Yarım saat oldu tık yok. Tekrar belediye binasına...
- Amca benim adım ne oldu?
- Evladım yüzlerce adam var, sana birazdan sıra gelecek.
Dışarda o muhteşem anı bekliyorum... Birden, “Bu cün ordumuza fantom almak için
bağişta bulunanlar, kahveci Recep Kamer 100 lira, Yılmaz Okumuş 5 lira, bankaci Mehmet
Soykan 50 lira...” Bir an bayılacakmışım gibi hissettim. Yer, altımdan çekilir gibi oldu.
Bağırarak koşuyordum, “Demin anons edilen Yılmaz Okumuş var ya, o benim...”
Gerçi önümde ve arkamda anons edilen zengin lavuklar 50 ve 100 liralık bağışlarla benim
minik 5 liramın havasını kaçırmışlardı ama olsun...
Babam, eşe dosta, “Bizim çocuk ordunun Fantom kampanyasına yardımda bulunmuş” diye
çaktırmadan hava atıyordu.
Gece uyuyamamıştım. Kasabada adım Fantom Yılmaz’a çıkmıştı.
Pekiiii, sonra ne mi oldu? Birkaç yıl sonra yani İstanbul’a taşındık.
Ver elini Kabataş Erkek Lisesi...
Bir ay içinde kısa dönem solculuk kurslarını bitirip savaşa hayır saflarına katılmıştım.
Sonradan Fantom’a karşı çıkacağımı ne biliyim? Çocukluk işte.
Ya da solculuk işte...

DİNLEMİŞ


Maria Farandouri sings songs by Livaneli (Minos – EMI / Özer Kaset)
Bazı şarkıcıların insanda özel yeri vardır; bazılarının sesi çağlayan gibidir, bazılarının hırıltılıdır. Nusrat Fateh Ali Khan, Şivan Perver, Sümeyra, Tom Waits, Robert Plant, Bob Dylan vs. gibi. Farandouri de onlardan. Sesi, dertli bir şelaleye benziyor. Livaneli’nin şarkılarına hayatının bir döneminde ya kendin eşlik etmişsindir, ya da annenden babandan, ağabeyinden, ablandan duymuşsundur. Hepsini unut. Sil hafızandan, Zülfü’den dinlediklerini bile. Bir de mübarek sesli ablamızdan dinle. İnleyen nağmeler ruhunu sarsın.

Sahalarımızda görmek istediğimiz yurttaş


Çabuk damgalayın o adamı!
Herkesi damgalayın!
Söylemedikleri de işitiliyor çünkü!
Şimdi artık karşı çıkamıyorlar,
ama sessizlikleri diş gıcırtısını andırıyor!
Dağıtın hepsinin ağzını burnunu!
Ağızlarına birer tıkaç sokun
ve hepsini hergün aynı şeyi söyleyene,
yani istediğimiz gibi birer yurttaş olana dek
hep aynı lafları edin onlara!
Albert Camus / Sıkıyönetim

Kakalak Chelseagiller mi yoksa ütopik Barcelona mi?


Yali Kiraathanesi’nde uşaklarun Trabizonsipor’dan sonra en çok koniştuği şey Barcelona.
Annaymisun Nihat sordi, Laz Marks Emice, ne deyisun hau Barcelona içun.
Yekten dedum ki, Barcelona sosyalizme benzeyi. Benzeyi çünki, onlar da ütopik bir şey yapayi.
Hau yüzlerce kakalak gibi top oyniyan takumun arasinda teknik, zeka, yaraticiluk, özcüven, yardumlaşma, sürat gibi tüm pozituf değerleri sahaya yansitayiler.
Barcelona'nun saha içi organizasyoni ve yardumlaşmasi o kadar ust düzeyde ki, yeni doğmiş bir hamsi bile bunun, bir felsefenun, bilinçli bir politika ile çok çalişarak yaratilan bir sistemun ürüni olduğuni hemen anlar.
Sizun anliyacağunuz, Barcelona’nun oynaduği futbol ütopiktur.
Oyuni çirkinleşturmemek, rakibe tekme atmamak, süreden çalmamak, seyirciye saygisuzluk etmemek ve sadece oynamayi duşunmek… Kazanamasa bile buna devam etmak.
Tipki bizum gibi…

Öğretmenim canım benim


ÖĞRETMEN - 2 kere ikinin .mına koyum. Dünyanın çevresini iskiyim…
ÖĞRENCİ - Hoca yine kirayı ödeyememiş galiba.

Taşrada isyan hazırlıkları


“topunuza gülle koyayım”
Bahadır Elal

İthal dayak


70’lerin ortası. İstanbul’da ne yaşanıyorsa biraz gecikmeli de olsa kasabamızda aynısını görebilirdiniz. Demokratik kitle örgütleri ve sol kendini her alanda ifade etmeye başlayınca karşıtı da hemen doğmuştu. Toplumun dönüşüm isteğiyle onu durdurmaya çalışan legal - illegal karşı güçler arasındaki bu çatışmaya kısaca sol-sağ kavgası demek herkesin kolayına geliyordu. Kasaba halkı da İstanbul’daki bu sol - sağ çatışmasını gazete ve radyo haberlerinden takip etmekteydi.
Küçük kasabamızda da bir şekilde bu siyasi ayrışma gözleniyordu. Ama burası Karadeniz, burada aşk da, kültür de, ideoloji de kendince bir değişime uğramaktaydı. Evrensel bir duygu ve düşünce, dünyada ve İstanbul’da hangi yolları izleyerek gelişme kaydettiyse Karadeniz’de sekteye uğrayıp, başka bir yoldan gelişmekteydi.
İşler giderek daha da zorlaşmaktaydı. İstanbul’da öğrencilere bombalı saldırıların başladığı dönemler. Kelebek etkisi teorisine göre, kasabamızda da grupların birbirine saldırması, en azından birbirlerini dövmesi gerekmekteydi.
Bizim sınıftan Sabri’nin MHP’li dayıları, bizim apartmandaki Turgay’ın CHP’li ve solcu ağabeyini döveceklermiş. Sabri ortalığı yıkıyor; “Yapmayun da. O bizim Turgay’un ağabeyi. Canumuz ciğerimizdur bizum. Ailecek görüşürüz onlarla, bak dedeme söylerum sizun yaptuğunuzi.” Haydi eylem yatıyor tabi.
Bir süre sonra Ahmet’in babası Dursun amca Ülkü Ocakları’na girip çıkıyor diye yakın arkadaşım Nedim’in solcu amcaları tarafından dövülecek, planlar yapılıyor. Nedim kendini yerlere atıyor. “Dursun amcaya buni yapamazsunuz. Elini öptüğüm, kankardeşumun babasini dövdürtmem size.”
Ya da birisini pusuya düşürüp döveceklerse hemen feodal duygular baskın çıkmaktaydı. “İdris’un oğlini dövmek yakişuk almaz onlardan kiz alduk.” “Bahri dayının yüzüne nasıl bakarız, her gün tükkanindan mal alayiruz” vs. Ya da dövülecek kişiye haber uçurulmaktaydı. “O yoldan gitme. Bu gün okula gelme.”
Haydaa, ulan kasabada kimse kimseyi dövemiyor. Siyaset tıkandı. Herkes bir yerden birbirinin akrabası, canı ciğeri. Ya kız almış ya kız vermiş. Yani aile içinde bir kavga gibi algılanacak. Fakat siyasi olaylarda eylemlilik gerekir. Yoksa oturarak, çekirdek çitleterek gövde gösterisi yapamaz ve militanlarına gücünü ispatlayamazsın. E ne yapacaklar? Eveeet, şimdi burada Karadenizlilik devreye giriyor…
Bizim Sabri’nin dayıları Artvin’den gelip İstanbul’a gitmekte olan yolcu otobüsünden Cumhuriyet gazetesi okuyan bir vatandaşı indirmişler. Çarşının orta yerinde herkese soruyorlar.
- Ula bu beyefendiyi taniyan var midur aranuzda?
- Yoktur… Çimdur ki?
- Kimse tanimayi buni, kimsenun akrabasi, bişeysi değildur değil mi? Eminsunuz yani!..
- Vallahi hiç biryerden çikaramaduk Kemal ağabey...
- Tamam o zaman!.. Girişun ula!..
- Komonizler Moskova’ya!..
Nihayet kasabada kimsenin maraza çıkarmayacağı bir kurban bulunmuştu da siyasi bir eylem gerçekleşmişti.

29 Temmuz 2009 Çarşamba

DİNLEMİŞ


Atahualpa Yupanqui / Don Ata (Tropical Music)
Latin Amerika’nın Ruhi Su’su... Sanki Marquez’in bir romanından pasaj okur gibi okuyor, şakıyor. “Latin Amerika’dan size selam getirmişem” diyor. Selamını alalım.

SEYRETMİŞ


Umut / Yılmaz Güney (Gala Film)
Yılmaz Güney’in en iyi filmlerinden. İki atın çektiği eski faytonuyla, dizboyu yoksulluğun içinde yaşam mücadelesi veren Cabbar’ın hikayesi. Cabbar adım adım sürüklendiği çaresizliğin batağından define bularak kurtulacağını düşünür. Bu umutla nefesi kuvvetli bir hocadan define ile ilgili bilgi alır ve acı sona doğru yola çıkar. Başbakanların nefesi kuvvetli hocaların, şeyhlerin, şıhların elini öpüp güven tazelediği ülkemizde garibim Cabbar’a kızamıyor insan.

OKUMUŞ



Nasıl Yapmalı? / N. Gavriloviç Çernişevski (Oda / Kuzey Yayınları)
Marks’ın “Burjuva ekonomisinin iflasını gören ve başarılı bir şekilde gösteren bir ekonomi uzmanıyla karşı karşıyayız” dediği Rus edebiyatının ve düşünce hayatının önemli kilometretaşı Çernişevski, Nasıl Yapmalı adlı romanında geleceğin insanına dokunuyor.
Sana dayatılan pespaye yaşam tarzına itirazın var mı? Bencil, idiot ve kof ilişkilerden sıtkın sıyrıldı mı, o halde günde üç öğün yemeklerden sonra Nasıl Yapmalı al, bir şeyin kalmaz. Geçmiş olsun.

Bir Zamanlar Europa’da / John Berger (İletişim Yayınları)
“Bazen tek bir cümleyi yalanlamak için bütün bir hayat hikayesini anlatmak gerekir.” diyor Berger usta ve anlatıyor Fransız Alplerindeki köylüleri... Tabi okurken insanın aklına hala birçok şehrimizin Berger’in anlattığı köyün gerisinde olduğu geliyor. (Yılın 6 ayı hastalarını Borçka’ya indiremeyen, kar yüzünden kapanan yollara çare olarak, Gürcistan sınırından girip Borçka’ya ulaşabilen Macahel’e ve yürekli insanlarına selamlar) Sonra, ‘yakılan ve boşaltılan köylerimiz’ geliyor. Hafıza işte, durduramıyorsun ki... Hatırlıyor. Sen de hafızanı taze tut, bol kitap oku, film seyret.

Türksel Hipper Lig özelleştirilsin


Turkcell Süper Lig özelleştirilsin.
Sezon başında bütün kulüplerin katıldığı bir açık artırmayla, şampiyonluk kupası en çok para veren kulübe verilsin.
Cumhuriyetle yaşıt bütün kurum ve kuruluşlar, emperyalizmin dayattığı uzun vadeli plan gereği; sistemli olarak zarar ettirilip, sonra da uluslararası şebekelere satılırken ses çıkarmadığımıza göre buna da ses çıkarmayız.
Kıran kırana bir pazarlıktan sonra kupayı en çok para veren kulüp alsın.
İhaleye, Süper Lig’de oynama hakkını elde etmiş 18 kulüp katılabilsin.
Hatta Tüpraş’ta, Telekom’da olduğu gibi ihaleyi kazanabilmek için konsorsiyumlar da kurulabilsin. Neme lazım hırsız gözlüklü Ofer gelip bunu da bizimkilerin ellerinden alır.
FB - GS - BJK Ltd. Şti. ortaklığı nasıl?...
Yalnız bir ricam var; kupayı daha baştan aldıktan sonra bıraksınlar takımlar kendi aralarında temiz bir futbol oynasın. El - kol, Papila, para dolu çantalar ve başka kıl tüy girmeden...

Sürmene piçağina gelesun


dilim sürmene bıçağı
sokarım istanbul dükâlığına
taşralı bir dizeyim
dirimin alnına yazılı
Serkan Engin

Endonezya'nın ve benim doğal zenginliklerim


Ne zaman Endonezya'nın, G.Afrika'nın, Kenya'nın ismini duysam içim bir tuhaf olur, ürperir.
Bu ülkelerdeki siyah ırka yapılan baskılara, yoksulluğa ve açlığa her insan gibi ben de üzülüyorum ama beni asıl ürperten; nam-ı diğer Mercek Saniye Hanım'ın coğrafya derslerinden kalan anılarımdı.
Coğrafyadan sınıf geçebilmek için; Endonezya'nın yeraltı ve yerüstü zenginliklerini, topraklarındaki solucan ve karınca sayısını eksiksiz bilmemiz gerekiyordu.
Bir solucan eksik yazınca o soruyu yapamamış sayılıyorduk.
Yazılılardan sonra yaptığımız, "Hocam ben Kenya'daki bütün büyükbaş hayvan sayısını tam yazmıştım ama, niye 2 verdiniz?.." gibi itirazlarımız Saniye Hanım tarafından, "Hayvanların bağırsaklarındaki tenyaları eksik yazmışsın evladım!.." şeklinde geri çevirilirdi.
Coğrafya kabusumuz olmuştu.
Diğer sınıflardaki arkadaşlarımız her normal liseli gibi matematik, fizik ve kimya'dan inlerken bizim 1-E sınıfı öğrencileri o güzelim İstanbul Boğazı'na bakarak Hutiler'le Tutsiler'i, G. Afrika'daki maden ocaklarını ve Bangladeş'in muson iklimini görüyordu. (Çok şanssız kuşaktık çook...)
Oysa her şey ne güzel başlamıştı.
Kabataş Erkek Lisesi’ndeki ilk günlerimizde, Saniye Hanım'ın ileri derecede miyop olduğunu öğrenip rahatlamıştık.
Üst sınıflardaki kıdemli ağabeylerimiz Saniye Hanım'ın bir metre önünü bile göremediğini, lakabının da "mercek" olduğunu söyledikten sonra coğrafya dersi bizim için çantada keklik olmuştu...
Kısacası çatır çatır kopya çekecektik...
Coğrafya derslerinde sınıfın şamatacı tayfasıyla arka sıralarda toplanıp, Galatasaraylı Gökmen'in topu altıpastan kale yerine Mithatpaşa Stadı'nın dışındaki köfte ekmekçilere atışını filan konuşuyorduk... (O zamanlar Maraton, Şansal Büyüka, Erman Toroğlu ve bilgisayarlı analizler filan yoktu... Kendi işimizi kendimiz görüyorduk, çok şanssız kuşaktık çook...)
Ben daha da ileri gidip coğrafya derslerinde, Gırgır Mizah Dergisi'nin "Çiçeği Burnundakiler" sayfasına karikatür çiziyordum.
Hatta bir keresinde Saniye Hanım yanıma gelip, çizdiğim karikatürü göstererek, "Aferim evladım, bu tuttuğun notlar yazılıda çok işine yarayacak" demişti. Sanırım çizdiğim karikatürü Ürgüp Peribacaları zannetmişti.
Bu hayati mesajı alamamış, Saniye Hanım'ım sınıfa muhtıra vermesini beklemiştik.
(O zamanlar muhtıralar havada uçuşurdu... Bkz. 12 Mart, 12 Eylül vs... Çok şanssız kuşaktık çook...)
Yazılı günü gelip çatmıştı.
Coğrafya kitabını açıp, kitabın yazarından basıldığı matbaaya kadar sular seller gibi kopya çekmiştik.
Saniye Hanım Meksika'nın yüzölçümünü sormuşsa, Meksika'nın komşusu Honduras'ın ve El Salvador'un yüzölçümünü de yazıyordum bonus olarak. Fazla mal göz çıkarmaz...
Saniye Hanım Filipinler'in bitki örtüsünü sormuşsa, civardaki bütün ülkelerin bitki örtüsünü de yazıyordum.
Politikacılarımız ülkenin 10 yıl sonrasını ne kadar görüyorsa, Saniye hanım da 1 metre ilerisini o kadar görüyordu nasılolsa...
6 sayfa dolusu cevap yazdığım için, Ortaköy'de okey oynamaya içim rahat gitmiştim. (O zamanlar Ortaköy'de kumpirciler, barlar, Best Model Of Turkey podyumlarından fırlamış fıstık gibi kızlar yoktu... Çok şanssız kuşaktık çook..)
Mutlu günlerimiz kısa sürdü tabii...
Saniye Hanım yazılı sonuçlarını kitlesel olarak okuyordu.
"Baycan, Hakan, Hayrettin, İsmail, Hüseyin, İzzet, Kemal, Namık Kemal, Nihat, Osman, Tamer ve Ahmet’e kadar hepiniz biiiiiiiiir... Ünsal’dan Sinan’a kadar ikiiiii...”
Hepimiz, okulun bahçesindeki büyük Kabataşlı Ömer Seyfettin heykeli gibi donup kalmıştık.
Şoku atlatıp, aldığı nota itiraz eden herkes Saniye Hanım'dan aynı cevabı alıyordu; "Kitapta yazılan değil, benim derste anlattıklarım önemlidir."
Saniye Hanım not defterine bakıp, birden, "Yılmaz kim?" diye sorunca içimi inanılmaz bir sevinç kapladı.
Yılmaz bendim ve 6 sayfa dolusu ıvır zıvır cevap yazmıştım.
Sınıf dökülmüş olabilirdi ama ben yıldızlı 10'uma kavuşuyordum galiba.
İdam edilmek üzere olan mahkumu, valinin emriyle son anda kurtaracak olan görevlinin sesi gibi gelmişti bu ses...
Sevinçle ayağa kalktım ama gelecekteki mesleğim belirlenmiş olarak oturdum yerime.
"Evladım sen yazmayı bu kadar çok sevdiğine göre yazar olacaksın galiba. 6 sayfa dolusu hikaye yazacağına, birkaç satırla doğru cevapları yazman yeterliydi. Otur biiir." (O zamanki hocalar çok ileri görüşlüydü çoook...)
Neydi bu yeterli cevaplar?
Biz arka sıralarda oturup şamata yaparken Saniye Hanım kitap dışı olarak neler anlatıyordu acaba?
Bir sonraki coğrafya dersinde arka sıralarda kimse kalmamıştı.
Herkes elinde kağıt kalemi, Saniye Hanım'ı dikkatle dinlemek için ön sıralarda oturma kavgası veriyordu.
Ufak tefek olduğum için, "Kısalar önde oturur oğlum, Milli Eğitim Bakanlığı’nın emri bu bilmiyor musunuz?" diyerek bizim tayfayı atlatıp ön sıraya kurulmuştum.
Can kulağıyla dinliyorduk ama Saniye Hanım, Barış Manço'nun hızlı devirli hali gibi konuşuyordu.
Hocamızın ağzından çıkan herşeyi yazıyorduk.
Hafta boyunca yazdığımız notlardan yeni bir coğrafya kitabı çıkıyordu.
2. coğrafya yazılısına kadar elimizde yüzlerce sayfa not birikmişti.
2. sınavın sonuçları ilkine göre iyi, sınıfı geçmemiz için hala kötüydü.
1'ler 2, 2'ler 3 olmuştu.
Saniye Hanım'a göre; derste her anlattığını değil, üzerinde önemle durduğu ayrıntıları yazmamız gerekiyordu.
Haydaaa!.. Bu iş böyle olmayacaktı.
Saniye Hanım'ın ağzından çıkan herşeyi yazmak yerine, bize puan aldıracak sihirli sözcükleri bulmamız gerekiyordu.
Artık psikopata dönmüştük.
Hocamızın kaş göz işaretinden ve derin nefes alış verişlerinden mana çıkarıyorduk.
"Oğlum bence 3. yazılıda kesinlikle Nijerya'nın bitki örtüsünü soracak..." kehanetinde bulunanın kanıtı, "Görmedin mi, Saniye Hanım Nijerya'yı anlatırken yutkunup durdu." şeklinde oluyordu.
Bu arada bütün muhabbetlerimiz coğrafya olmuştu.
Mithatpaşa Stadı'nın bozuk zeminini And Dağları'na, yağmurlu ve sisli bir havada Ortaköy'ü Londra'ya benzetmeye başlamıştık.
Sonuç itibariyle coğrafyadan kör topal, ikmale kalarak filan geçmiştik ama herbirimiz bir büyükelçi kadar yabancı ülkeleri, bir lise öğretmeni kadar da coğrafyayı bilir olmuştuk.
Saniye Hanım sayesinde ayrıntının önemini kavramıştık.
Bugün Himalayalar'ı, Kongo'yu, Arjantin'i Kadıköy'den ve Eminönü'nden daha iyi biliyorsak bu Saniye Hanım sayesindedir. (Yok yok, çok şanslı kuşaktık çook...)

Önce teori, sonra pratik


- İstesem var ya… şu binayı düşünce gücümle yok edebilirim…
- Hangi binayı?
- Aaa, yok olmuş…

28 Temmuz 2009 Salı

Takımı sahadan çekemediniz mi? Anderlecht : 5 Sivasspor : 0


Hiç lafı evirip çevirmeyeceğim. Böyle bir sonuç bekliyordum, beklediğimin olduğuna da sevindim. Fatih Terim'le antipatiklik yarışındaki Bülent Uygun'u, hep Avni Aker'deki timsah gözyaşlarıyla hatırlarım. Son 30 saniyede, takımımız 1-0 öndeyken sahaya dalan dallamaları öne sürerek Sivasspor'u Odyakmaz'la birlikte sahadan çekmişlerdi. Haklıydılar, can güvenliği yoktu. Trabzonspor kallavi bir ceza yedi ve o senenin üzerine bir bardak soğuk su içti. Sezon kaybedilmişti. Fakat suratındaki Danyal Topatan ifadesiyle, "Nı ha haa, beleşe 3 puanı kaptık" diye sırıtan Bülent Uygun, 2 yıldır boşboğazlık ve antipatiklik liginde açık ara öndeydi.
Uygun'suz, Odyakmaz'sız yeni bir Sivasspor'u sevmek üzere... Güle güle...

Politikleşmiş köfteler


Yıl 70’lerin başı... 6 bin nüfuslu küçük kasabamızdan sıksan 2 bin tane oy çıkmaz... Ama bütün siyasi liderler ne yapıp edip seçim gezilerinde bizim kasabaya da uğruyorlardı. Süleyman Demirel’i, Bülent Ecevit’i, Necmettin Erbakan’ı, Alparslan Türkeş’i, Turhan Feyzioğlu’nu, Ferruh Bozbeyli’yi küçük yaşta tanımamın nedeni budur.
Bazen büyük şehirlerde bile miting yapmayan bu liderler minicik Çayeli’ne niye uğruyorlardı? Bizim verdiğimiz 1 oy, 5 tane yerine mi geçiyordu? Yooo!..
Bu arada bir şeyi fark ettim, liderler mutlaka Hüsrev Köfte Salonu’na uğruyorlar. Seçim dönemi dışında bile büyük iş adamları, gazeteciler, askeri erkan, Cumhurbaşkanı, Başbakan, ünlü sanatçılar, futbolcular gelip burada yemek yerlerdi.
Vay uyanık siyasetçiler vaaay, dertleri Çayeli halkına seslenmek değil, o mis gibi köfteden tıkınmak ve dünyada eşi benzeri olmayan kuru fasulyeden lüplenmek.
Geçerken de “Size seslenmeye geldim değerli Çayelililer, beni seçerseniz yaş çay alım fiyatını Amerikan Dolarına eşitleyeceğim...” diye kıtır atıyorlardı bize.
Küçük çocuğum ama o kadar da sazan değilim. Bütün parti bayraklarından birkaç tane biriktirdim. Banka müdürünün oğlu Sezgin’le birlikte Hüsrev Köfte Salonu’nun önüne gidip kamp kuruyoruz. İçeride kim var, Demirel mi? Başlıyoruz Adalet Partisi bayrağını sallamaya... Demirel dışarıda bayrak sallayan bacak kadar sevimli çocukları görünce gülümsüyor tabi. “Alın bağalım içeri çocukları.” Biz hemen hazır kıta içeri dalıp, şap şup elini öpüyoruz. “Aç mısınız çocuklar?” Kikirdiyoruz... Hemen köfte servisi ve bir güzel tıkınıyoruz.
Ertesi gün, Ecevit geliyormuş. Hoop lokantanın önündeyiz ve CHP bayrakları sallıyoruz. Ecevit, “Karaoğlan” diye bağırmamızdan çok duygulanıyor. “Çağırın gelsin çocuklar.” “Akgünlere, Karaoğlan gelecek dertler bitecek” diye diye 1,5 köfte, iki sütlacı mideye indiriyoruz.
Bu arada kaşar politikacılar gibi partilerin seçim programlarını takip eder olduk. Yarın Milli Selamet Partisi’nin mitingi var. Gelsin MSP bayrakları.
Erbakan da bu kadar küçük mümin veletleri görünce kayıtsız kalamıyor tabi. Biz yine yan masada karnımızı parti teşkilatının kasasından doyuruyoruz. Yalnız salondaki garsonlar bizim siyasi oportünistliğimize uyanmaya başladılar.
-Ula siz her gün parti mi değiştureyisunuz?
Bu hikayenin sonu nasıl mı bitti?
O gün iki miting birden vardı. Sabah Cumhuriyetçi Güven Partisi’nin, öğleden sonra da Demokrat Parti’nin. Hem Feyzioğlu hem de Bozbeyli bizimle çok ilgilendi, yanaklarımızı sıktı. Ve rüşvetimiz olan köfteleri lüplendik. Fakat mideler minik tabi. Bir günde iki tane mitingi ve 4 porsiyon köfteyi kaldıramadı. Mide fesadına uğramıştık. Sezgin’le birlikte kusuyorduk… Midem yediğim siyasi köftelerden o kadar bulanmıştı ki, o gün bu gündür hiçbir burjuva partisine oy vermedim.

Okuma, çocukken edinilen bir alışkanlıktır


(En küçük okurum Serra Alona)

en azından üç dil bileceksin
en azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin
en azından üç dil
birisi ana dilin
elin ayağın kadar senin
ana sütü gibi tatlı
ana sütü gibi bedava
nenniler, masallar, küfürler de caba
Bedri Rahmi Eyüboğlu

Bitti miii? Bitmediii!..


Efendim Q klavyeye yenildiğim andır bu. Bu ebesini öküz kovalayasıca sermaye, hangi çakal para hesabının sonucu Q klavyeye karar verdiyse artık, F klavyeye savaş açtı. Hiç bir markanın F klavyesi yok. Sözbirliği etmişcesine üretmiyorlar.
Öyle onu sök, bunu tak, üzerine kağıt yapıştır gibi işleri beceremediğim ve sevmediğim için an itibariyle Q klavyeyle fitidi fitidi yazmaya çalışıyorum. Ama bu F klavyeden vazgeçtiğim anlamına gelmez, bu puşt Q’da yazacağım fakat, F’i hiç unutmayacağım.
Nasıl yavaşım var ya, benim şu paragrafı yazdığım süreçte insanevladı evrim geçirip maymundan homosapiense geçmişti.
Birkaç tane eski yazar arkadaşım dışında herkes Q’cu. Bütün firmalar Q klavye üretiyor.
F’çiler olarak tam bir azınlığız yani.
Bu azınlık olma durumu benim kaderim galiba.
Alayı Fenerli olan doğduğum coğrafyada (Rize’de) sen kalk Galatasaray’ı tut.
Sonra gel oligarşinin merkezine ve pipini sallasan Fenerli, GS’li, BJK’lıya çarpan İstanbul’da Trabzonsporlu ol.
Bitmediiii… Herkes elhamdülillah solcuyken sen önce havayı kokla, deli gibi kitap oku, balıklama atlama.
12 Eylül’den sonra millet çil yavrusu gibi soldan sağa doğru savrulurken sen işi kaynağından, ustalardan öğren ve su katılmamış bir Marksist – Leninist ol.
Millet sermaye biriktirirken, sen finans - kapital ezilmeden insanoğlunun huzura eremeyeceğini kavra ve bunu içselleştir. Para biriktirmek, hep bir şekilde seni rahatsız etsin.
Bitti mi, bitmeeeeez!..
Layt, yılgın solcular ve Troçkistler arasında onlarca, yüzlerce kaynaktan oku ve Stalin’i temelde haklı bul. Zaten ofsayttayım, bir de üstüne sarıkart görüyorum hesabı…
Klavye denen zamazingo da hayatıma F’le girdi.
Şimdı bu lavuk sermaye cüzamlı gibi davranıyor F’çilere.
Dağ taş Q klavyeyle doluyken, kainatta tek F klavye kullanan kişinin ben olduğumu düşününce, hayatım bir filmşeridi gibi gözümün önünden geçti ve bunları hatırladım.
Nerede bir azınlık olma durumu varsa gidip buluyorum.
Bende de bir mazoist yan var galiba.

Kadın, kadının karakutusudur


Bir kadının karakutusu yine bir kadındır.
Babasına anlatamaz, ağabeyine anlatamaz, sevgilisine ve kocasına (ilk heyecan geçip, erkek onu mülkü edindikten sonra) anlatamaz…
Peki kim kalıyor geriye?..
Kafayı kırıp, kedisiyle köpeğiyle kuşuyla konuşan bir kadın görürseniz, bilin ki çok samimi bir kadın arkadaşı yoktur onun.
Kadın, bir diğer kadına dökülür, işkencesiz anlatır. İtiraf eder.
Bazen bir süre sonra kendisiyle ilgili, kendisinin bile unuttuğu gerçekler artık arkadaşının hard diskindedir. Onda kayıtlara geçmiştir.
Kadın karakutusudur bir diğer kadının…

Trabzonspor’un tadı nasıldır?

Bunu birkaç gazetenin spor müdüründen duymuştum; “Eskişehirspor’u, Kocaelispor’u, Gaziantepspor’u, Gençlerbirliği’ni severiz. Lig tarihi boyunca ara sıra kafalarını uzatarak, şampiyon olacakmış gibi yaptılar ve lige tat kattılar. Ama Trabzonspor’dan nefret ederiz. Çünkü o tat katmakla kalmadı, tadımızı kaçırdı.”
E haklılar, Trabzonspor 'al gülüm ver gülüm'ü bozdu, çarka çomak soktu. 13 - 15 yıl şampiyon olamamalarına neden oldu. Dikkatli gözler için, "Futbolda bunların yaptığını biz neden hayatta yapmayalım?" örneğini oluşturdu.
Ne diyeyim, oligarşiyi 6 kere yıktık…
Suçumuz büyük hakim bey.
25 yıl da versen, bekler, çıkarız…

Kadın ömrünün bir yılını yiyen soru: Ne giyeceğim?

Yapılan bir araştırma, 16-60 yaş aralığındaki kadınların, yaşamlarının yaklaşık 1 yılını ne giyeceklerine karar vermeye harcadıklarını gösterdi.
Erkekler de, kadınlar bu soruyu kendilerine sorabilsinler diye o gardıropları doldurmak için ömürlerini soysuzluk yaparak harcıyorlar.

Futbol geyikleri candır



"Gooool!!! Durum 2-1 hatta 3-1..."
Juventus - Udinese maçında Tv8 spikeri (Juventus’un 3. golünü aktarıyor)

"Yedigimiz golü önceden çalışmıştık!.."
Samsunspor Teknik Direktörü Erdoğan Arıca (Galatasaray maçı sonrasında)

"Kondisyon Alırız!"
Elazığspor Başkanı Baki Aydın ("Elazığspor’un kondisyonu yok" diyen muhabire
yanıtı.)

Ahmet Çakar: Bugüne kadar Fatih Terim’in yönetimi sırasında 20’ye yakın
yabancı alınmış...

Güntekin Onay: Tam sayısı 22...
Ahmet Çakar: Global konuşuyorum ben.

Erman Toroğlu: Şimdi hocam yan hakem napıyo, Tommiks falan mı okuyor?
Şansal Büyüka: Aman hocam ya, ben de okuyorum!

8-0’lık İngiltere – Türkiye maçında, 6. golden sonra bizim spiker:
- Evet sayın seyirciler İngilizler’in bir atağını daha gol yiyerek savuşturduk.

8. golden sonra yine bizim spiker:
-Maç bitti hala gol yiyoruz. Olacak iş değil sayın seyirciler…

8 – 0’lık Almanya - Suudi Arabistan Dünya Kupası maçının son dakikası, Suudi spiker:
Allah’tan ümit kesilmez!

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Kitap notları… Ken Loach Ve Filmleri (Hangi Taraftasınız?) Anthony Hayward

Ken Loach, ideolojik altyapısını BBC’de oluşturmuş. Tam da İsmail Cem’in genel müdürlüğündeki TRT gibi bir dönemde çalışmış...
BBC, Hugh Greene’in genel müdürlüğü sırasında tam bir dönüşüm yaşıyordu.
Ken, yapımcı Tony Garnet ve ve öykü koordinatörü Roger Smith’le çalışırken doymak bilmez bir dinleyici oldu ve onların sol fikirlerini benimsedi.
Kitchen-sink drama : Mutfak eviyesi tiyatrosu
Gerçek mekan kullanımına dayalı, belgeselvari film çekme tarzı öylesine gerçek görüntüler elde etmesini sağlıyordu ki, sinema aracılığıyla sağladığı hakikat, gerçek düzene karşı sahici bir tehdit oluşturuyordu.
(Kerkenez’deki çocuklara sopayla vurulması sahnesi Yılmaz Güney’in Duvar filminde mahkum çocukları ağlatmak için uyguladıklarını hatırlattı. İki aynı yolun yolcusu sinemacı.)
Hakim düzenin onayladığı gerçekler
Kendisi üniversiteye gidemediği için eğitime karşı bağnazca bir bağlılığı vardı.
Babam bir maden işçiliğiyle başlamıştı iş hayatına. İlk başladığı noktayı düşünecek olursak kendi kendine yeterince iyi yerlere gelmiş sayılırdı. O bunu başarabildiğine göre herkes başarabilmeli diye düşünüyordu. Çok çürük bir teze tutunmaktaydı yani.
Kerkenez ismi nereden geliyor?
1486’da yazılan Harleian elyazmasına dayanan alıntı; İmparatora kartal, krala akdoğan, prenslere doğan, şövalyelere bozdoğan, leydilere çakırdoğan, yeomanlara atmaca, papazlara şahin, kutsanmış suyu taşıyan papaz yamaklarına çaylak, avama da kerkenez, deniyordu...
Şimdi kendisinin de suratına bakmayacağı, hatta denemelere bile almayacağı cinsten bir oyuncuydu...
Omza Dokunuş
O’Connor’ın oyunu. Yüklüce bir külçe altın soygununun faili 4 kişilik çetenin eğlenceli öyküsü. Kahramanlardan biri sonunda baronetliğe kadar yükselir. Sosyeteye girer. Fakat öte yandan gangsterliğe devam ederken aynı anda hayır işlerine para akıtmaktadır. Omza Dokunuş, kraliçenin soyluluk unvanı verdiği kişinin omzuna merasim gereği kılıçla dokunmasını belirtir.
Medyanın Türkiye’deki gibi gericileştiren, örgütsüzleştiren, orospulaştıran kullanımı ile biraz özenli bir dizinin yol açtıkları... Eve Dön Cathy dizisi ile Loach, İngiliz hükümetinin konut politikasını değiştirdi.
İsrail'in finanse ettiği film festivallerinden, filmlerini çekecek yüreklilikteki bu abimizi anlatan kitabı okumak ve filmlerini izlemek menfaatimiz icabıdır.

17 Temmuz 2009 Cuma

Parti asıl şimdi başlıyor!..


Siz de mi kapitalizmden sıkıldınız?